Salı, Ekim 31, 2006

İSTANBUL EFSANELERİ

İSTANBUL EFSANELERİ
Bir efsane derki; "Baş tanrı Zeus'un sevgilisi olan rahibe İo, Zeus'un kızkardeşi ve eşi olan evlilik tanrıçası Hera'nın kıskançlığından korunması için inek haline getirilmiş. Sonra da Hera'nın rahat bıraktırmadığı bir tanrıdan kaçarken Haliç'te Keroessa adlı kızını doğurmuş. Bu kızı su perisi Semestra büyütmüş. Kız büyüyünce Deniz tanrısı Poseidon ile evlenmiş ve Byzas adlı bir oğlan çocuğu doğurmuş. İşte Byzas, İstanbul'un kurucusu olmuş."


Evliya Çelebi, Seyahatnamesi'nde, anlatılan bir efsane:
Dünyada yaşayan, kurttan kuşa, cümle yaratığa, ins ü cin tayfasına hükmeden, bütün hayvanların dilinden, halinden anlayan Hz. Süleyman, nedense Okyanus denilen denizlerin ötesinde, Terendüz Adası'nın hükümdarına söz geçiremiyordu. Buna çok canı sıkılan Hz. Süleyman, sonunda ins ü cin tayfasından kurulu büyük bir ordu ile, bu asi hükümdarın üzerine vardı. Adanın altını üstüne getirerek, halkını esir etti, hükümdarın da boynunu vurdurdu. Asi hükümdar'ın Alina adında güzeller güzeli bir kızı vardı ki Sultan Süleyman bu kızı görünce hemen aşık oldu ve onu kendisine eş seçti. Fakat kız, durmadan ağlıyor, göz yaşları dinmek bilmiyordu. Sultan Süleyman bir gün sordu:
- Ya Melike! dedi, bunca saltanat, bunca dünya nimetleri içinde olasın da, yine de ağlayıp sızlayasın, bunun sebebi ne ola ki?
Güzel kız, derinden bir ah çekip:
- Ey benim sultanım, dedi, sen benim göz yaşlarımın dinmesini istiyorsan, bana öyle bir yerde, öyle bir saray yaptır ki dünyada eşi dahi olmasın.
Sultan Süleyman, çok sevdiği karısının bu dileği üzerine, cin tayfasına buyruk verip, yeryüzünün havası, suyu, manzarası en güzel yerini bulmalarını söyledi. Yedi gün sonra haber geldi. Yedi tepeden birinin üzerine, yücelerden yüce bir saray yaptırdı. Sultan Süleyman'ın, sarayını yaptırdığı yer, bu gün Sarayburnu diye anılan yerdir.


4. murat içki, kumarhane gibi eğlenceleri yasakladıktan sonra tebdili kıyafet eyleyip, bir sandala binmiş. Sandalcı açıldıktan sonra yakmış nargileyi ve başlamış esrar çekmeye. Padişah sinirlenip bunun yasak olduğunu söyleyince sandalcı:
-Padişah bizi nerden görecek canım, demiş.
Sonra içki olayına girmişler. Derken sandalcı padişahın falına bakmayı teklif etmiş. 4. murat bunuda kabul etmiş ve sormuş:
-Padişah şimdi nerde?
Falcı baktıktan sonra "Şu an denizde" demiş. "Peki ne iş yapıyor?" deyince karşısındakinin padişah olduğunu anlamış sandalcı:
-Aman padişahım,ben ettim siz etmeyin, affedin şu fakiri diye yalvarmaya başlamış. Bunun üzerine padişah "Sana son bir şans daha veriyorum; İstanbul'a hangi kapıdan gireceğimi bilirsen seni affedeceğim demiş. Sandalcı da:
-Aman padişahım, ben hangi kapıyı söylesem siz başka kapıdan girersiniz demiş. Onun için ben bir kağıda yazayım demiş. Padişah kabul ettikten sonra emir verip adamşn kelleyi aldşrmış. Daha sonra İstanbul'a yeni bir kapı yapılmasını emretmiş. Yeni kapıdan girdikten sonra merak edip adamın yazdığı kağıda bakmış. Kağıtta şöyle yazıyormuş:
-Padişahım yeni kapınız hayırlı olsun.
O günden sonra o kapıya Yeni kapı demişler.


Çemberlitaş sütununun altında Hz.İsa'nın çarmıha gerildiği haçın parçaları ve çarmıha gerilirken kullanılan çivilerin bulunduğu oldukça yaygın bir inanıştır. Hatta papalık bile bu efsaneleri ciddi bir şekilde araştırmış ve mümkün olabileceğince hakkında fikir beyan etmiştir. Aslında İstanbul'un bir zamanlar Hıristiyanlık dünyasının en önemli merkezlerinden olduğunu ve bir çok kutsal parça ve dökümanın İstanbul'da bulunduğu düşünülürse mantıksız değil ancak günümüz teknolojisi ile bu materyallerin gün ışığına çıkarılması mümkün görülmemektedir.


(Yukarıdaki bilgilere; İstanbul hakkında, çınaraltısohbetlerine yazı araştırırken rastlamıştım.İlgilenenlerle paylaşmak istedim...)

Perşembe, Ekim 26, 2006

Bayram Sonrası..

Ramazan boyunca pek vaktimi almasın diye, yazılarım hep alıntılardan oluşmuştu.Bugünde havadan sudanda olsa kendim birşeyler yazmak istedim.

Rabbime şükürler olsun ki;bu bayramada erişip yaşamak nasip oldu.Fazla fazla akraba ziyaretim maalesef olmadı.Bayramın ilk günü eşimin ailesini ziyaret edip kendi ailemin yanına gittim.(Ailem başka bi şehirde yaşıyor)2 gün pek yeterli olmadı ama oğlumun okulu daha önemli diyerek kendimi teselli ettim.Aslında oğluma kalsa, umurunda değil..

İkinci gün kızımın doğum gününe denk geldi.Elif'im 3 yaşını doldurdu.
Aileme bayram ziyaretine gelenlerden(sağolsunlar hepsinden Allah razı olsun) bir pasta çırpıp hevesini aldıramadık bebeğimin..Bu sene aklı erip; pasta istemişti, üff dicem annecim ben diye..
Mecbur başka güne ertelendi.
Şöyle bakınca doğum gününde hediyeyi kızım bana kendisi verdi.. yürümesinin,konuşmasının geç olduğu gibi tuvaletini söylemeside geç kalmıştı.Nazar deymesin bir hafdadır söylemeye başladı.Arada kazalarda olmuyo değil..o kadarda olur değilmi..

Rabbim herşeyi bir sıraya koyuyor.Yaşanılacak herşey vakti gelince onun izniye gerçekleşiyor.
Kendimizi sıkmak gereksiz herşey vaktini bekliyor..Allah c.c. hayırlısını,ömürlüsünü ve sağlıklısını nasip ederek,gönüllerimizdekini gerçekleştirsin..

Bayramın son günüde kazasız belasız evime kavuştum..Biriki canımı sıkan detayı atlarsam,güzel bi bayramdı diyebilirim..Demeliyimde..Allah beterinden saklasın..

Umarım herkes dilediği gibi bir bayram geçirip;mutlu bir şekilde bayramı uğurlamıştır.

Cümleye selametle..

Cumartesi, Ekim 21, 2006

BAYRAMINIZ MÜBAREK OLSUN...

Çarşamba, Ekim 18, 2006

İMAN ZENGİNLİĞİ İÇİN

Allah'a kesin bir bilgiyle iman eden insan, dünyanın amaçsız bir yer olmadığını, düşünmesi ve uygulaması gereken çok önemli şeylerin olduğunu da kavrar. Ona verilen herşeyin bir nimet olduğunu bilir ve şükreder. Ahireti sürekli düşünür ve o günün korkusundan uzak olmak için bağışlanma diler..
Fakat ne yazıkki; Cenab-ı Allah'ın yaratmış olduğu en üstün varlık olan insan,yaradılış gayesinden uzaklaşma gafletinde bulunabiliyor.Ailedeki yetersiz hatta sıfır eğitimden,yaşanılan ortamdaki kısıtlayıcı kurallardan,dünya hayatının zevkine dalıp vakit bulamamaktan vs..gibi sebepler imanımızı zayıflatıp güçsüzleştiriyor.
Çoğu kişi tanırım; ramazanın 1 inde namaza başlayıp,bayram namazıyla,namazı terkeden..yada başı belaya mı girdi,hastalıkmı geldi çattı..hıhh namaza ve Allah'a olan yalvarış başlar.İşler düzeldimi sen sağ,ben selamet..
Bu kandımaca değil de ne be kardeşim..Allah'ımı kandırıyorsun..haşa..asıl sen kendini kandırıyorsun.Bir farkedebilsen...geç olmadan..
Anlamalıyız ki kişi kendisi kadar,çevresindekilerden de mes'ul..
Kocası,hanımı,çocuğu,akrabası,arkadaşı görüştüğü ulaştığı herkes kişinin vebali altına girer.Ben elimden geldiğince Rabbime yapmam gereken ibadetimi yaparım..ondan bundan bana ne..herkes ne yaparsa yapsın demek bir müslümana yakışmaz.
İnsanlara dinin ve güzel ahlâkın tebliğ edilmesi Allah'ın bir emridir..ve gereğinin yapılması sarttır.Ki böylesi ortamları da o gereğe uygun kullanmakta bir fırsattır...

Allah'ın kulu için nasip ettiği en büyük ve güzel nimet, iman zenginliğidir..

Gelin bu zenginliğe ulaşmak için, Hak için hepberaber kafa yorup el ele verelim..
İçinde yaşayarak, varolduğumuz yüce dinin;hakkı olan kıymeti verelim.
Ulaşabildiğiniz; imanımızı arttıracak..kuvvetlendirecek..zenginleştirecek her türlü yazıyı,görüntüyü vs.. paylaşmanızı sizlerden can-ı gönülden istiyorum.
Kimbilir; belki bu paylaşımınızla bir kişinin ahiret hayatını kurtarabilirsiniz.

Paylaşımlarınızı 3 kasımda bloglarınızda yayınlayarak banada ulaştırırsanız beni bahtiyar edersiniz..

Çınaraltı sohbetlerine amacına uygun şekilde katılımlarınızı bekliyorum..

Şimdiden; günlerin ve gecelerin en hayırlısı olan KADİR GECENİZ mübarek olsun.Cümlemizin duaları kabul görsün..Hayırlı Ramazanlar..

Salı, Ekim 17, 2006

Hiç Böyle Evlenme Olayı Duydunuz mu?

Yüzü simsiyahtı. Ama kendisi boyamamıştı ki! Kaldı ki, kalbi bembeyazdı. Buna rağmen onu basite alanlar vardı. Dedi ki:
– Ya Resûlallah, yüzümün siyahlığı cennete girmeme mani midir?
– Asla!
– O halde beni niçin insanlar hor görüyorlar, kimse bana niçin kızını vermiyor?
– Amir bin Veheb’in evine git ve “Resûlullah selamı var, kerimeni bana nikahlamanı emretti” de.
Siyah yüzlü genç hemen adrestedir. Kızın yanında babaya selamı aynen tebliğ eder ve teklifi de açıkça anlatır.
Baba kızgın, hemen reddeder. Ancak, teklifi dinleyen kızcağız babasını ikaz eder:
– Babacığım, vahiy gelir de sonra seni mahcup eder. Ne biliyorsun bu olayı Rabbimin emretmediğini? Efendimiz (sav)’in o emri tebliğ buyurmadığını? Hemen git, Resûlullah’tan özür dile ve beni o gence nikâhla. Resûlullah’ın uygun bulduğunu ben de uygun bulurum.
Kızının ikazıyla mescide koşan baba özür diler:
– Söylediğinin doğru olup olmadığını bilmiyordum. Demek ki doğruymuş. Kızımı verdim. Şu anda nikahlısıdır.
Efendimizin gence emri:
– Git, evini hazırla, aile oturacak şekilde döşe.
– Benim ev döşeyecek tek dirhemim bile yok!..
– Öyle ise Ali’ye, Osman’a, Abdurrahman bin Avf’a git. Onlar sana ikişer yüz dirhem versinler.
Uçarcasına gider. Onların her biri, emredilenden fazla yardımda bulunurlar ve sıra çarşının yolunu tutmaya gelmiştir. Bir ev hazırlamak için gerekli para elde mevcut. Hele zevcesi, ümidinin de üstünde bir azizedir âdeta...
Çarşı yolunda hızla giderken kulağına bir ses gelir. Önce anlayamaz, duraklar ve nefesi kesilircesine dinler. Evet, evet yanlış anlamamıştır, doğrudur. Ses herkese ilan etmektedir:
– Ey kendini Allah’a asker bilen Müslümanlar!
Derhal atınıza binin, cihada yönelin. Ordu mescidin dışında beklemektedir. Siz böyle gün için varsınız dünyada! Düşman ani baskın yapacak!
Şimdi ne olacak?.. Cihada mı gitsin, evlenmeye mi?.. Yönünü hemen değiştirir, demirciler çarşısına gider. İlk işi bir kılıç, sonra bir zırh, daha sonra da bir at almak olur. Elindeki paranın hepsini de harcamıştır. Ama cihad için lazım olan silahını da tamamlamıştır...
Sıçradığı atının üzerinde kuş gibi uçar, bekleyen orduya toz duman içinde karışır.
– Bu genç, herhalde Bahreyn’den gelen biridir, derler. Ancak onun siyahlığını fark eden Resûlullah Aleyhisselam:
– Sen Saad mısın? buyurur.
– Evet, deyince de dua eder:
– Ceddine saadetler!..
Kumlu çöllerden geçilir, tozlu yollardan gidilir ve nihayet düşmanla müthiş bir savaş başlar... Herkes cesaretle ileri atılır. Ama içlerinden biri herkesten de cesaretle atılır; saldırdığı tarafın adamlarını sağa sola püskürtür. Neden sonra meydan sakinleşir, düşman kaçmış, müşrikler yok olmuşlardır. Şehitler tespit edilirken, bir ses:
– Allahü Ekber! Evlenmek üzere olan Saad da şehit!
Efendimiz onun cesedi başına gelir, mahzun şekilde bakar:
– Seni Havz-ı Kevserimin başında bekleyeceğim!
Bir hayret nidası daha:
– Allahü Ekber!
Sonra döner, oradakilere hitap eder:
– Kılıcını, mızrağını ve atını alın, kendisini gönüllü olarak isteyen kızcağıza verin. Babasına da deyin ki:
– Kızını vermekte tereddüt ettiğin siyah yüzlü gence Allahü Teâla cennet hurilerini lâyık gördü!
Ve hayret nidaları birbirini takip eder:
– Allahü Ekber! Allahü Ekber!..

Perşembe, Ekim 12, 2006

SECCADENİN FERYADI

~~~Seccadenin feryadi~~~
Uyku;bir çeşit ölüm halidir faniye,ta ki uyanana kadar.Uyanıklık yaşamakla alakalı,yeni bir gün yeni bir doğuş ve belki yeni bir umut eksiği olana,bilene. Yine böyle bir uyku hali anlatacağımız.Gün ışımamış sabah yakındır.Yorgunluğun verdiği ağırlıkla hemen uykuya dalmıştı.Bir iniltiyle uyandı adam.Etraf halen karanlıktı. İniltiyi rüya gördüğüne yordu. Dudakları susuzluktan çatlıyordu, öyle susamıştı. Işıkları yakmadan mutfağa gidip suyunu içti ve yatağına döndü. Tam uyumak üzereyken, aynı inleme sesi tekrar kulaklarını tırmalamaya başladı. Ama rüyamıydı uyanık mıydı farkında değildi. Sesin geldiği yöne doğruldu. O an rüyada olduğuna iyice emin oldu.Çünkü duyduğu sesin sahibi evin tek seccadesiydi. Adam şaşırdı ve korkulu bir sesle -İnleyen sen miydin? -Evet dedi seccade -Niçin ağlıyorsun? Seccade yine içe işleyen bir sesle: - Seni uykundan uyandıran susuzluğunu, doyuncaya kadar, su içerek giderdin. Oysa benim susuzluğumu giderecek kimsem yok! - Nasıl susarsın, sen canlı bile değilsin dedi adam. Seccade: - Benim ihtiyacımda bir nevi sudur ama içtiğin değil. Benim susuzluğumu ancak tövbekar kulların gözyaşları giderir. - Anlamadım dedi adam meraklı gözlerle seccadeye - Ağlarım çünkü ALLAHın kulları; kabrinin aydınlığa ulaşmasını,karanlıklarda kalmamayı, o kutlu günde aydın olmayı isterler. İsterler de bu vakitte kalkıp iki rekat teheccüt namazı kılmazlar. Hep bakarım sana, bir günde kalkıp şükür için iki rekat namaz kılmazsın. -Beni rahat bırak deyip döndü adam. Seccade devam etti. - Ey ALLAHın kulu; bak işte sabah namazının vakti geldi. Ezanlar; namaz uykudan hayırlıdır diye sesleniyor. Ah sabah namazı , ah bu sabah namazı ! Namazlar arasında müstesnadır. Hem kalbe hem de ruha hayat veren bir iksirdir o . Yetmiyor mu ? gece gündüz dünya için koşuşturduğun , Aziz ve Kahhar olan ALLAHın çağrısına neden icabet etmezsin!!! Adam iyice sıkılarak: -Ey seccadem, beni rahat bırak . Gündüz yeterince yoruluyorum, biraz daha uyuyayım deyip yatağın sıcaklığına bıraktı kendini.- Seccade yılmadan adamı uyarmaya ve uyutmamaya uğraşıyordu. - Demek ki sen dünyaya ahretten daha çok önem veriyorsun.Adam iyice öfkelendi: -Yeter artık lütfen konuşma diye bağırdı. Seccade bu çıkışın karşısında önce sustu. Daha sonra sesini iyice alçaltarak ; Ah o fecir vaktindeki adamlar, ah o fecir vaktindeki adamlar dedi. Sen O nurlu peygamberin bu vakit için neler söylediğini bilmez misin. Her kim ki güneş doğmadan ve batmadan evvel namazlarını eda ederse ateşe girmeyecek, Ve yine O güzel insan Kim şu iki namazı (sabah - ikindi veya sabah - yatsı)kılarsa cennete gider. Ve nihayet Münafıklara en ağır gelen namaz sabah ve yatsı namazıdır. Onlar ki o iki namazdaki ecri bilselerdi sürüne sürüne giderlerdiBunun üzerine adam yatağından doğrulup; Haklısın sabah namazı gerçekten önemli dedi.. Seccade: -Öyleyse kalk ve namaz kıl dedi. -Yarın inşALLAH , mutlaka kalkacağım ama bugün çok yorgunum dedi adam. Seccade son bir ümitle ; Bu andan sonra adamda tek kelime duyulmadı. Seccade de bir süre sessiz kaldı. Adam uykuya devam etti. Ama heyhat! Adam ömründeki en uzun uykuyu dalmıştı bile. Seccadenin son sözlerini duyamadı. O an seccade adamın öldüğünü anlayınca kısık bir sesle şunları söylüyordu. -Ey tövbesini yarına erteleyen, bilir misin yarına çıkabileceğini !!! Ölüm pusuda hep, biz dünya için günah işlerken. Süresi de kısıtlı. Gün gelip çatar, farkında olmadan. VE KİM BİLİR BELKİ BUGÜN DE SENİN SON GÜNÜNDÜR...!

Salı, Ekim 10, 2006

Eğer bir gün Peygamber Efendimiz ziyaretinize gelse..

Eğer bir gün Peygamber Efendimiz ziyaretinize gelse,
Yalnızca birkaç günlüğüne aniden çalsa kapınızı,
Merak ediyorum neler yapacağınızı...
Biliyorum ama
Böylesine şerefli bir konuğa açacağınızı en güzel odanızı,
Ona sunacağınız yemeklerin en iyisi olacağını,
Ve inandırmaya çalışacağınızı,
Onu evinizde görüyor olmaktan mutluluk duyacağınızı;
Gerçekten evinizde ona hizmet etmekten alacağınız hazzı.
Fakat söyleyin bana,
Efendimizi evinize doğru gelirken gördüğünüzde,
Onu kapıda mı karşılayacaksınız?
Yoksa onu içeri almadan önce, aceleyle,
Bazı dergileri, gazeteleri çarçabuk saklayıp
Yerine Kur'anı mı koyacaksınız?
Peki hala Amerikan filmlerini seyredecek misiniz televizyonda?
Yoksa kapatmaya mı koşacaksınız aceleyle,
O size kızmadan önce?
Kimbilir? belki de ağzınızdan hiç çıkmamış olmasını mı dilerdiniz,
Hatırlayamadığınız en son çirkin kelimeyi...
Peki ya dünyalık müziğinizi, kasetlerinizi de saklayacak mısınız?
Ve bunun yerine ortalığa,
Kitaplarınızın raflarında tozlanmış,
Hadis kitapları mı çıkaracaksınız?
Hemence içeriye girmesine izin verecek misiniz?
Yoksa teleşla ne yapayım diyerek,
Sağa sola mı koşturacaksınız?
Merak ediyorum:
Eğer Peygamber Efendimiz,
Bir kaç günlüğüne sizinle birlikte yaşasa,
Yapmaya devam edecek misiniz,
Her zaman yaptığınız şeyleri?
Ailenizdeki sohbetler eski halini koruyacak mı?
Her yemekten sonra sofra duası etmeyi,
Yine zor mu bulacaksınız?
Hiç yüzünüzü asmadan,
Oflayıp puflamadan,
Her vakit namazınızı kılacak mısınız?
Ya sabah namazı için,
Sıcacık yatağınızından,
Erkenden fırlayacak mısınız?
Peki ya yine mırıldanacak mısınız,
Her zaman söylediğiniz şarkıları?
Ve okuyacak mısınız,
Her zaman okuduğunuz kitapları?
Peki bilmesine izin verecek misiniz,
Aklınızın ve ruhunuzun beslendiği şeyleri?
Yoksa hiç bilmemesini mi isterdiniz?
Şöyle diyelim ya da:
Gideceğiniz her yere götürebilecek misiniz Peygamberi de?
Yoksa birkaç günlüğüne değişecek mi planlarınız?
Tanıştırmaktan onur duyacak mısınız en yakın arkadaşınızı onunla?
Yoksa hiç karşılaşmamalarını mı umardınız,
Peygamberin ziyareti bitene dek birbirleriyle?
Şimdi söyleyin açık yüreklilikle,
Onun kalmasını ister misiniz sizinle?
Sonsuza dek, hep birlikte...
Yoksa rahat bir nefes mi alacaksınız,
Ziyareti bitip gittiğinde?
Gerçekten bilmek ilgi çekici olabilir değil mi?
Bilmek ve düşünmek,
Eğer bir gün Peygamber Efendimiz ziyaretinize gelse
Yapacağımız şeyleri...
Eğer bir gün Peygamber Efendimiz ziyaretinize gelse,
Yalnızca birkaç günlüğüne aniden çalsa kapınızı,
Merak ediyorum neler yapacağınızı ...

İbrahim Sadri

Pazartesi, Ekim 09, 2006

Şeytanın Dostları..

ŞEYTANIN DOSTLARI
Vehb b. Münebbih (r.a.) anlatıyor:
Allah Teala İblis'e Rasulullah (s.a.v.)'a gitmesini ve soracaklarının tümüne cevap vermesini emrettiğindeRasulüllah'a gider ve görüşmelerinde Peygamberimizin iblise sorduğu sorulardan biriside:"Ümmetim içinde arkadaşların kimlerdir? sorusudur.
İblis:On kişidir, dedi. Şöyle anlattı:
1. Zalim yöneticiler.
2. Kibirli zenginler.
3. Aldatan tüccarlar.
4. İçki içenler.
5. Şarkı söyleyen kadınlar.
6. Zina edenler.
7. Yetim malı yiyenler.
8. Namaza ağır davranan kimseler.
9. Zekata engel olan kimseler.
10. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarılıp ahireti unutanlar.
İşte bunlar, benim arkadaşlarım ve kardeşlerimdir.

Cuma, Ekim 06, 2006

Şeytanın Düşmanları

Vehb b-Munebbih (r.a.) anlatıyor:
Allahu Teâla; İblis'e ,Resulullah(s.a.v.)'a gitmesini ve soracaklarının tümüne cevap vermesini emrettiğinde Resulullah'a gider ve bunun üzerine Resulullah(s.a.v.) ona sorar.
-"Yâ Mel'un! Ümmetimden ne kadar düşmanın var?"
-On beş tanedir,dedikten sonra devam etti:
1.Sensin.
2.Âdil idarecilerdir.
3.Mütevâzi zengindir.
4.Doğru sözlü tüccardır.
5.Allah'tan korkan âlimdir.
6.Nasihat eden mü'mindir.
7.Merhametli kalbe sahip olan mü'mindir.
8.Tevbesinde sabit kalan tevbekârdır.
9.Haramdan sakınan kimsedir.
10.Daima abdestli gezen mü'mindir.
11.Çok sadaka veren mü'mindir.
12.İnsanlara faydalı olan mü'mindir.
13.İnsanlara karşı güzel huylu mü'mindir.
14.Daima Kur'an okuyan hafızdır.
15.İnsanlar uykuda iken,gece namazına kalkan kimsedir.

Çarşamba, Ekim 04, 2006

ÇINARALTI SOHBETLERİ "İSTANBUL'UN FETHİ"

Sevgili Şehnaz'ın seçtiği İstanbul konulu çınaraltı sohbetlerine nasıl bir yazı ile katılsam diye düşünürken; İstanbul'u bizim için İstanbul eden fetih değil de ne, diye söylendim..Biraz araştırıp;bilinebilen ama tekrar edilmesi gereken bu bilgileri sizlerle paylaşmak istedim.


İstanbul'un Fethinin Kazandırdıkları ve İkinci Fethe Hazırlık

Hicrî 857 ve Milâdî 29 Mayıs 1453 tarihi İstanbul’un fetih tarihi olduğunu herkes biliyor. Biz, bilinenleri tekrar etmekten ziyâde, fetih münâsebetiyle, fethin İstanbul’a ve bütün dünyaya kazandırdıkları üzerinde durmak istiyoruz.

Resûlüllah’ın Medhine Mâsadak Olan Fetih Ve Fâtih

Fethin müjdesini Hz. Peygamber, “İstanbul mutlaka feth olunacaktır; Onu fetheden komutan ne zel bir komutandır ve o fetih ordusu da ne güzel bir ordudur” ifadesiyle açıkça ve dokuz asır evvel müjdelemiştir. Bir milyon hadisi ezberine alan İmam Ahmed bin Hanbel’in Müsned adlı eserinde ve Hadis İmamı Hâkim’in Müstedrek adlı eserinde sahih olarak naklettikleri[1] bu doğruluğunda şüphe bulunmayan hadisdeki medhe, başta Hz. Muâviye olmak üzere çok sayıda İslâm Halife si nâil olabilmek için seferler tanzim eylemişlerdir.
Bunların içinde Yıldırım Bâyezid de vardır. En son bu müjdeye nâil olmak isteyen ise, Fâtih ’in babası Sultân Murad II’dir. Fetih hazırlıklarını sürdürürken âlimlerler de meşveret etmiştir. Bir kısım tarihçilerin iddia ettiği gibi isticvâb için değil belki fetih meselesini istifsâr için davet ettiği Hacı Bayram Veli’ye meseleyi açmıştır. Ancak Kur’an ve Sünnet’in mana âlemlerinden haberdar olan Hacı Bayram Veli Hazretleri, bu fethin kendisine değil, oğluna nasib olacağını, çok ince bir mana diliyle, Sultân Murad II’ye hatırlatmıştır. Sultân Murad II’nin Fâtih’i 14 yaşında tahta geçirmesinin altında da bu mana yatmaktadır.
Resûlüllah ’ın verdiği bu müjdeyi, Kur’an da telvîh ve telmîh-leriyle desteklemektedir. Gerçekten Sebe’ Sûresindeki “beldetün tayyibetün” ifâdesinin cifir ilmiyle işâret ettiği tarih, 857 yani İstanbul’un fetih tarihi olan 1453 yılıdır. Kur’an’ın bu ifâdesinden İstanbul’un fetih tarihini çıkaran ise, o asrın ilim ve mana büyüklerinden Mevlânâ Câmi Hazretleridir ki, sonradan Fâtih Sultân Mehmed kendisini İstanbul’a davet etmişse de, Fâtih’in vefâtı münâsebetiyle Konya’ya kadar gelmişken geri dönmüştür[2].
Fethin Dünyaya Ve İslâm Âlemine Kazandırdıkları
Fethin kazandırdıklarını, maddî ve manevi açıdan ele almak gerekinse de, biz her ikisini mezc ederek, bazı mühim neticelerine işâret edeceğiz:
1- Fethin Hukukî Neticeleri
Bilindiği gibi, İstanbul’un fethinden evvel burada Bizans Hâkimiyyeti söz konusuydu ve Hristiyan lık boyasıyla boyanmış Roma Hukuku tatbik ediliyordu. Fâtih Sultân Mehmed, İstanbul’u Allah ’ın yardımı ve kılıcının kuvvetiyle fethedince, bu beldede yeni bir hukuk sistemini yürürlüğe soktu ve bu hukuk sistemi İslâm Hukuku idi. Daha evvel, Bizanslıların vergi, can ve namus konusundaki hak ihlâllerinden bıkan İstanbul ahalisi, Yahudisi ve Hristiyanı ile, İslâmın adâlet düsturlarının bizzat Padişah tara-fından da uygulandığını ve kendilerinin İslâmın teminâtı altında İstanbul’da daha rahat hayat yaşayacaklarını anlayınca, Fâtih’in fetih hareketine direnmek şöyle dursun, çok kısa bir zamanda tam bir şekilde intibâk ettiler. Fetih sırasında yaşanan bazı müşahhas misalleri vermek istiyorum:
İstanbul'daki Kiliselerin Varlığı Fâtih'in Müsamahasının Eseridir
İslâm devletler hukukunun hükümlerine göre, sulh yolu ile fethedilen ülkelerde mevcut olan ehl-i kitâba ait ma'bedlere asla dokunulmaz; ancak yenilerinin inşaasına da müsaade edilmez. Eskiden beri var olanlar tamir edilebilir. Savaş yoluyla fethedilen topraklarda ise, durum tam tersinedir. Yani İslâm hükümdarı, isterse, başka dinlere ait bütün ma'bedleri yok eder ve gayr-i müslimleri de sürgün edebilir. İşte İstanbul, tamamen savaş yoluyla fetholunmuştur. Ayasofya 'nın ve benzeri bazı kilise lerin camiye çevrilişinin meşrutiyet sebebi zikredilen hükümdür[3].
Bu hüküm, İstanbul çapında tatbik edilseydi, İstanbul'daki bütün kilise ve havraların yıkılması gerekirdi. İstanbul'u Allah 'ın yardımı ve kılıcının kuvvetiyle fetheden Fâtih Sultan Mehmed, Ayasofya 'yı cami haline getirdikten sonra, papaz ve hahamlardan oluşan bir heyeti huzurunda kabul eder. Papa z ve hahamlar heyeti, İstanbul'u savaşla fethettiğini, dilerse İstanbul'da hiçbir kilise ve havra bırakmayacağını, bu durumun devletler hukukundan doğan bir hakkı olduğunu Fâtih'e ifâde ederler; ancak kendisine, kendilerine ve ma'bedlerine karşı İstanbul'un sulh yol ile fethetmiş gibi kabul etmesini ve geç de olsa toplu halde huzuruna gelişlerini bu mânâya vesile saymasını ısrarla talep etmişlerdir. Çevresindeki din âlimlerine danışan Fâtih Sultan Mehmed, bu isteklerini geri çevirmemiş ve camiye çevrilenlerin dışında kalan kilise ve havralara, hakkı olduğu halde müdahale etmemiştir.
Günümüze kadar yaşayan kilise ve havraların gerçek sırrının, Fâtih'in din ve vicdan hürriyeti anlayışı olduğunu, Osmanlı Devleti'nin şanlı Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi, verdiği bir fetvada vuzuha kavuşturmaktadır Bu fetvanın orijinali aynen şöyledir:

"Merhûm Sultan Muhammed Hân-Aleyh'ir-rahmetü vel'ğuf-rân-hazretleri, Mahmiye-i İstanbul'u ve etrafındaki karyeleri anveten feth eylemiş midir? El-Cevab: Ma'ruf olan anveten fetihdir. Amma kenais-i kadime sulhen fethe delâlet eder. Sene hamsin ve erba'ın ve tis'a-mi'e (945) tarihinde bu husus teftiş olunmuştur. 130 yaşında bir kimesne bulunup Yehud ve Nasara tâifesi el altından Sultan Muhammed Hân ile ittifak edüp Tefrûk'a nusret etmeyecek olub Sultan Muhammed dahi anları seby etmeyüp halleri üzere mukarrer edecek olub bu vechile feth olundu deyu şahadet edüp bu şahadet ile kenâis-i kadîme hali üzere kalmıştır. Ketebehu Ebussuud"[4].
Görülüyor ki, Fâtih Sultan Mehmed'in Sırbistan'da tatbik edeceğini va'd ettiği "Her caminin yanına birer kilise inşasına müsaade" durumu, İstanbul'da da tatbik olunmuştur. Fener'de Abdi Subaşı Mahallesindeki Caminin biti şiğinde Rum Patrikhanesi ile kilisenin mevcudiyet i, Osmanlı Devleti'nin gerçek mânâda din ve vicdan hürriyetini göstermiyor mu? Edirnekapı Caddesinin son kısmında yer alan Mihriman Sultan Camii'nin hemen karşısında bir Rum kilisesinin inşasına müsaade etmek, bu hürriyetin mad-dî delillerinden değil midir? Müslümanların gayr-i müslimler hak-kındaki ulüvv-i cenab ve müsamahasına karşılık, gayr-i müslim devletlerin geçmiş asırlarda, özellikle Endülüs'de; son asırlarda ise Osmanlı hâkimiyetinden çıkan memleketlerde kalan müslüman ahaliye reva gördükleri muâmeleler, tamamen din ve vicdan hürriyetini ihlal ettiğinden, mukayese bile edilemez. İşte fethin huku-kî neticelerinden bir tanesi[5].
Fâtih sultân Mehmed, günümüzdeki Avrupalılar gibi çifte standartlı davranmamıştır. Nazarî planda va'd ettiğini, uygulam adaki bazı hatalar dışında aynen tatbik etmiştir. Bunun canlı bir misalini, zimmî lere tanınan hakları yazılı bir emir ve ahidnâme haline getiren Fâtih Sultan Mehmed'in fetihden sonra İstanbul Galata’daki gayr-i müslimlere verdiği fermânında bulunan şu cümlelerden anlıyoruz:
"Ben Ulu Padişâh ve ulu şehinşâh Sultan Muhammed Hân bin Sultân Murâd'ım. Yemin ederim ki, yeri göğü yaradan Perverdiğar hakkı içün ve Hazret-i Resûlün-Aley'is Salâtü Ve's-Selâm-pâk, münevver, mutahhar ruhu içün ve yedi Mushaf hakkı içün ve yüz yirmi dörtbin peygamber ler hakkı içün, dedem ruhîçün ve babam ruhîçün, benim başım içün ve oğlan ların başîçün, kılıç hakkîçün, şimdiki hâlde Galata'nın halkı;
1. Kendülerin âyinleri ve erkânları ne vechile câri ola-gelirse, yine ol üslûb üzere âdetlerin ve erkânların yerine getüreler. Ben dahi üzerlerine varub kal'alarını yıkub harâb etmeyem.
2. Buyurdum ki, kendülerin malları ve rızıkları ve mülkleri ve mahzenleri ve bağları ve değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve bilcümle metâ'ları ve avretleri ve oğlan cıkları ve kulları ve câriyelerin kendülerin ellerinde mukarrer ola, müte'ârız olmayam ve üşendirmeyem.
3. Anlar dahi rençberlik edeler. Gayrı memleketlerim gibi deryâdan ve kurudan sefer edeler, kimesne mâni ve müzâhim olmaa, mu'âf ve müsellem olalar”.
Fetihden sonra asırlarca İstanbul’da tatbik edilen bu ulvî esaslardan dolayıdır ki, hâlâ o günün gayr-i müslim nüfusunun torunları İstanbul’da oturup ticâret yapabilmektedirler ve maalesef müsâmahası ile yaşadıkları Osmanlı ecdâdımıza da hakâret etme cesâretini kendilerinde bulabilmektedirler.
Netice olarak, daha evvel Bizanslıların keyifleri ile başbaşa yürüyen Roma Hukukunun eskimiş kâideleri ve adâlet yerine zulüm dağıtan Bizanslı hâkimler ile hayatını devam ettiren İstanbul Şehri, fetihden sonra, bırakınız insan haklarını karıncanın dahi hukukuna tecâvüz ettirmeyen İslâm Hukuku gibi mükemmel bir hukuk sistemi ve Mahkemede Fâtih ile Rum ustayı aynı iskemleye oturtan Hıdır Bey gibi hâkimleri bulmuştur.
İslâm Hukuku nun hükümlerini derleyen fıkıh kitaplarındaki şer‘î hükümlerin tatbiki yanında, İslâm Hukukunun ülül-emr e tanıdığı içi boş yasama yetkisi kullanılarak başta Devlet Teşkilâtı Kanunnâmesi olmak üzere, 80 küsur Kanunnâme hazırlamak da, yine fethin meyveleri arasında yer alıyordu ve bu uygulam a İslâm Hukuk tarihinde ilk idi.
2- Fethin İlim Alanındaki Neticeleri
İstanbul fethedildiği zaman, buradaki hristiyan ilim adamları hâlâ papazların tesirinde idiler ve hâlâ dünya yuvarlaktır diyenlere kem gözlerle bakmakta idiler. Zaten parlak bir ilim hayatından da bahsedilemezdi. Fetihle beraber, İstanbul ilim aleminin ve özellikle de dünyanın çevresini metre metre ölçmeye çalışan Hoca Çelebi’ler’in, Molla Fenârîlerin ve benzeri allâmelerin merkezi ve otağı haline geldi. Daha evvel eğlencelere ve gayr-ı meşru âlemlere sahne olan İstanbul Sarayları, fetihden sonra ilmî tartışmalara ve her çeşit ilimde yazılan hârika eserlerin devlet büyüklerine takdim ihtifâllerine sahne olmaya başladı.
Dünya’nın ilk büyük Üniversitelerinden biri olan Fâtih Külli-yesi, fethin mühim bir meyvesiydi. Bu Üniversite’de ders kitâb-larından biri İbn-i Sina’n ın El-Kanun Fit-Tıb adlı dev eseri olan Tıbbıye’den tutun da, ders kitâblarından biri Seyyid Şerif Cürcânî’nin Şerh’ül-Mevâkıf adlı kelâm ve felsefe ansiklopedisi olan Medreselere kadar her çeşit ilim okutulmaktaydı. Avrupa’daki Rönesans hareketleri , İstanbul’un fethi ve İstanbul’a getirdiği ilmî havanın tesiriyle başlamıştı. Zira sadece dinî ilimler değil, bilinen ve herkesçe duyulan Fâtih’in toplarını dökecek teknik elemanları yetiştirecek ilim yuvaları İstanbul’da kurulmuştu.
Avrupa nefis muhâsebesi yapmaya başlamıştı. Fâtih’e İstanbul’u fethettiren İslâmın teşvikiyle sonuna kadar açılan ilim kapıları ve ilim adamlarına hürmetti. Kendilerini İstanbul’dan çıkaran ise, dünya dönüyor diyen ilim adamlarını idam edecek kadar cehlin gayyâ kuyusuna dalmalarıydı. Yani Avrupa’daki Rönesans hareketleri, denilebilir ki, İstanbul’un fethiyle başladı. Böylece İstanbul’un fethi, cehâlete esir düşen Avrupa’nın da ilim tarafından fethi demekti.
Fetihden sonra İstanbul, bütün alanlardaki ilim adamları için, hicret edilmesi şart olan bir vatan haline gelmişti.
3- Fethin Siyâsî Ve Sosyal Alanda Kazandırdıkları
Bilindiği gibi, Osmanlı devleti, Osman Bey ve Orhan bey zamanlarında devlet değil bir beylikti. Osmanlı’nın başında bulunanlara sultân veya Padişah değil, bey veya eski tabirle Emîr-i Kebir denmekteydi. I. Murâd Hüdâvendigâr, kendisine Sultân ünvânını verdiyse de, başta Osmanlı’nın manen hâkimi durumunda olan Memlüklüler olmak üzere, hâricî devletler, Osmanlı Devletini müstakil bir devlet olarak görmüyorlardı ve yazış-malarında bahsettiğimiz Emir-i Kebir ünvânını kullanıyorlardı[6]. Bu durumu, Yıldırım Bâyezid kısmen yıkmıştı ki, malum Timur hâdisesi ve fetret devri başladı. İşte Osmanlı Devleti tabirini, hem içeride ve hem de dışarıdaki bütün kesimlere karşı kabul ettiren, İstanbul’un Fâtih tarafından fethi idi ve artık yıkıldığı güne kadar, Osmanlı Devlet-i Aliyyesi tabiri dost ve düşmanın dilinden düşmedi. Cumhuriyetten sonra Osmanlı İmparatorluğu oldu ve bu sene de yeniden Osmanlı devleti haline geldi.
O halde diyebiliriz ki, Osmanlı Devleti, fetih ile devlet haline geldi.
İstanbul’u Dünyanın tek süper devletinin başşehri haline getiren fetih hareketinin, sosyal açıdan da İstanbul’da bir süper değişiklik yaptığını ifâde edebiliriz. Evvela İstanbul’da yaşayan insanlar , asırlarca devam edecek bir huzur ve adâlet ortamı ile tanıştılar. Kumkapı’da, Edirne Kapı’da ve Sultân Ahmed’de, bir tarafdan camilerin minarelerinden ezan sesleri duyulurken ve müminler huzur içinde namaza koşarken, aynı Kumkapı’da ve aynı Edirne Kapı’da Hristiyan lar ve Yahudiler, tıpkı müslümanlar gibi huzur içinde Kilise ve Havralarına koşabiliyorlardı.
Müslüman ve gayr-i müslim bütün İstanbul sâkinleri, öylesine sosyal hizmetlerden yararlanıyorlar ve sosyal yardımlardan istifâde ediyorlardı ki, sadaka taşlarına bırakılan zekât paraları, bazan günlerce bekliyordu da, kimse elini uzatmışordu. Yani sosyal yapıyı, müslümanı ile ve gayr-i müslimi ile ıslâh eylemişti.
4- Ticârî ve İktisâdî Alanda Getirdikleri
İstanbul’un fethi, dünyanın ticâret ve ekonomik dengelerini de değiştirdi. Bir tarafdan keşifleri teşvik ederken, diğer tarafdan, İstanbul’u dünya ticâretinin merkezi haline getirdi. Fâtih zama-nında hazırlanan Dellâliyye ve Gümrük Kanunnâmelerinin hüküm-lerinden anladığımız kadarıyla, Londra , Bağdad, Uzakdoğu ve Rus mallarının önemli bir kısmı, İstanbul’da pazarlanmaktaydı. İstanbul, İpek yolunun finans merkezi olmuştu. Som altından dökülen Muhammedî akçeler, dünya papa çevrelerinde en çok tutulan para birimi haline geldi.
İstanbul’da ticâret, kaidelere bağlandı. İstanbul’a mal getirecek tüccâr, hangi dinden olursa olsun, malından alınacak vergi mikdarını biliyordu. İslâm Hukuku nun verdiği müsaadeye dayanılarak, şehbenderlik denilen ticârî konsolosluklar açılmıştı. Fâtih zamanında Venedikliler ve Rumlara verilen İmtiyâz fermânları bunları açıkça ortaya koyuyordu.
Kısaca İstanbul’un fethi, Rönesans hareketlerini başlatmak ve gayr-i müslimlere adâleti göstermekle, Avrupa için de bir fetih olduğu gibi, hem müslüman Türklerin ve hem de bütün İslâm âleminin medâr-ı iftihârı ve dünyanın da dört yüz yıl boyunca tek süper devleti olması meyvesini vermiştir.
İstanbul, Yeniden ve Ma‘nen Fethedilecek
Birinci dünya savaşından Osmanlı Devleti’nin mağlup ayrılmasıyla ve fethin sembolü olan Ayasofya ’nın müze haline getirilmesiyle, İstanbul, maddeten olmasa dahi manen esâret altına girmiştir. Son yirmi yıldır, İstanbul’daki hayatın fuhşa, eğlenceye ve fethin ruhuna aykırı olan herşeye mağlub düşmesi ise, bu manevî esâreti daha da arttırmıştır.
Ancak nasıl Resûlüllah , İstanbul’un bir “güzel ve bahtiyar bir kumandan” tarafından feth edileceğine işâret eylemiş ise, Âhir zamanda İstanbul’un manen fethedileceğini beş on tane hadisiyle müjdelemiştir. Bu manevî fetih, İstanbul’un İslâm’ın yeniden ihyâsına merkez olması ve bu büyük hareketin sembolü olarak da Ayasofya ’nın minarelerinden “Tekbir” seslerinin yükselmesiyle olacaktır.
Bahtiyardır, bu manevî fetih ordusunda vazife alan ve alacak olan müminler!
Fâtih ’in fethinin 549. yılını kutlarken, yeniden ve ma‘nevî alanda tahakkuk edecek olan ikinci fethi, rahmet-i ilâhiyyeden bekliyor ve “istikbâl inkılâbâtı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır” diyoruz.